
TÖZ VE ZUHUR
Öldüğüm yerden doğrulup başımı kaldırdım, son bir nefes dilendim ölülerin kızıl yakalı liderinden. Elini başımın üstüne koyup şefkatli bir tebessümle şöyle dedi:
"Siz bizi yer altına gömmüyorsunuz; biz sizi yeryüzüne gömüyoruz aslında!"
***
Oysa daha dün gibiydi yarınlar. Tülden kafesler yapılmıştı manik dualar eşliğinde. Herkesin aklında en az dört kafes dolusu kelebek vardı. Yıllar söndükçe kargaları ötelediler. Bu, iyiye işaret değildi. Zira kırmızının gerçek olmadığı günleri biz çok yanlış anlamıştık. Schrödinger'in köpeği ile Pavlov'un kedisi indi gökyüzünden. Bütün varlığın duygulardan, bütün gerçekliğin de sanılardan ibaret olduğunu anlattılar. İnanmadık, hiç inanmadık. Yıllar doyunca ezberlenmiș davranış tozları döküldü üstümüze. Hüzünsüz bir rengi vardı ve oldukça saygıdeğer kokuyordu. Islak topraklar zamanı üfledikçe biz üstümüze alınıyor, sahibi olmadığımız oyuncak arabalara el sallıyorduk.
Elbette o dünler gelecekte kaldı artık. Bütün insanları yaralı birer kelimeye dönüştüren sesi gözlerimizle duyduk. Nefes alabilen tek insan ben kalmıştım dünyada. Tabii buna nefes almak denirse.
Ölmemiştim, henüz birkaç hafta öncesiydi. Gün bitmiş, heceler ağarmış ve asık suratlı insanların düşlediği bütün boş duraklar yanmıştı. Saate baktım, Üsküdar'ı beş geçiyordu. Olasılık kelimesine uzandım. Sisle efkârlanmış bir gece, oldukça ince ve lacivert bir tonla vurgulanırken, dördüncü tekil kişiliklerim bir rüyayı yedi eşit parçaya ayırıp bunların üçüyle naftalin kokulu bir şarkı yapmaya hazırlanıyordu.
Bir anda sokakta renkleri insan sesine dönüştüren zifiri bir karanlık kurgulandı. Ben o sırada masanın üzerine oturmuş isimsiz zarflar açıyor, beneksiz zarlar atıyordum. Neden sonra kapı zili rasyonel bir şekilde çalmaya başladı. Kulakları görmeyen bir sofunun ciğerlerinde çalan sirenler gibi boğuk ve ıssız bir tonda yankılandı. Yoksa bu, tahmin ettiğim şey miydi?
Yorgun iki kanguru vardı kapıda. Dışa vuramadığı zaafı içselleştirerek gam tüketen takım elbiseli kangurulardı bunlar. Buyur ettim, içeri doğru üzüldüler.
İkisi de aynı anda dinliyor, aynı anda konuşup susuyordu. Bugün bir çekirge söyledim, yarın bir çekirdek anladılar. Tamam, aslında aynı şey ama yine de insan bozuluyor. İçimden düşündüm, en azından artık ısınmak veya üşümek diye bir şey olmadığı için kendimi şanslı hissediyordum. Yüzlerine baktım, ruhları acıkmış görünüyordu. Onlara kül kelebeği, tebeşir ve tarçın ikram ettim.
"Biz bunlara pesimist ikili diyoruz," dediler.
"Neden?" diye sordum. Kayıtsız ve rasyonel bir yüz ifadesine bürünüp şöyle dediler:
"Çünkü, kül kelebekleri nihilisttir."
Buna ikna olmuştum ama bozuntuya vermedim. Onlara inandığımı belli edersem, dikkatleri dağılabilirdi. Oralı olmamanın derinliğini paylaştık. Gülümsediler ve gözlerini masaya dikerek,
"Şu tuzluğu görüyor musun?" dediler.
"Evet," dedim. Oysa masada tuzluk yoktu ve üçümüz de bunu biliyorduk.
Gece azimle kendini sürdürmeye devam ederken biz yerdeki halı desenlerine bakıp büyük bir keyifle ağlamaya başladık. Bu bizim sonsuz olmadığımıza şükretme şeklimizdi. Dışarıda aklını gebermiş bir serçe havlıyordu. O an tuhaf bir şekilde kendimi görünmez zannetmek zorunda hissettim. Onlar da bunu anlamış olmalılar ki hemen yanıma geldiler. Birkaç kez sessizce "Sakın zannetme," diye fısıldayarak beni sarsmaya başladılar. Zihnimdeki endişe kapasitesi dolduğu için bir şey hissetmekte zorlanıyordum. Ne yazık ki kalbimi mezbahada unutmuştum; onun yerine beynimden bir parça koparıp göğüs kafesime yerleştirdim. Böyle anlarda zannetmek biraz tehlikeli olabilir. Epistemolojik duvarlar övmeye başladım gelişigüzel cümlelerle. Kendimi yeterince unutursam, nihilize olabilirdim. Çünkü biliyordum; içime doğmayan her şey, içimi boğabilirdi bu gece. İstersem bilinçdışı düzlemlerde bilinçli olarak sabahlayabilir, buz ağacından renkli kalemler yapıp bütün mezarları boyayabilirdim!
Ama yapmadım. Sadece aklımı susturdum. Bu zaten yeterliydi.
***
Neyse ki gece sonlandırıldı. Yumuşak renkli bir güneş, sert bir tokat attı yüzüme. Gün aydınlığı, gecenin üstüne çekilen bir perde misali, ışığıyla siyahın eşsiz asaletine gölge düşürüyordu. Etrafa baktım, kangurular gitmişti.
Görünüşe bakılırsa, kana bulanmış bir külçe altın kadar değersizdi yaşamak. Ne var ki prensip olarak bu evrende asla görünüşe bakılmaz. Evet, kabul ediyorum; karanlık dünümüzde çok tuhaf şeyler oldu. Dünya insanı hıçkıra hıçkıra ağlıyorken, insan dünyayı öksüre öksüre kusuyordu. Bakın, mesela bugün bir gün dolusu dünya kustum yine ben! Ama her şerre rağmen şu modern sabahlarda yağmurlu şarkıları ağlayarak gülümsemeyi öğrendim. Ve bundan çok daha ışıklı bir şey daha öğrenmiş oldum son nefesimi teslim etmeden önce:
Tırtıl olmak değil, kelebek ölmekmiş mutluluk.