Profil Resmi

ZİHNİYET NEDİR? NASIL OLUŞUR?

Medeniyetin yapay bir ürünü olarak kabul edildiğinde anlamını neredeyse tamamen yitiren insan kavramı, aslında en yalın tabirle bir kendini gerçekleştirme yolculuğudur. Bu kıymetli yolculuk, belli çerçevelere sığdırıp dikta edilmeyecek kadar biricik ve bağımsızdır. Ne var ki medeniyet, insana birtakım sahte sınırlar koyup manipüle ederek zamanla bu yolculuğu toplumsal bir sahne gösterisi haline getirdi. İnsanı kendi özünden kırmızı bir çizgiyle ayıran, zihnini uyuşturan, algılarını körelten ve kendini gerçekleştirme yolculuğundan alıkoyan azılı bir düşman yarattı.

Bu düşmanın adı zihniyet. Hem de her türlüsü.

Gerek toplumsal gerekse bireysel mevzularda sıkça kullandığımız -veya maruz kaldığımız- bir kelime zihniyet. Başkalarının zihniyetini eleştirirken aslında bizim de farklı bir zihniyet çerçevesinde konuştuğumuzu ve bu zihniyetin kişiden kişiye farklılık gösteren bir yapıda olduğunu göz ardı ediyormuşuz gibi geliyor bana. Aslına bakarsak birbirinin zihniyetini eleştiren, hakir görüp küçümseyen, ötelemeye çalışan herkes kendi zihniyetinin kölesi haline geliyor. Yani akıl yürütme biçimi bile o zihniyetin eline düşmüş demektir artık. Bu bir çeşit zihinsel tuzak.

Yapılan araştırmalar kendisinin belli bir konuda uzman olduğu ön kabulüyle hareket eden insanların bu tuzağa daha sık düştüğünü ortaya koyuyor. Özellikle akademisyenler. Zira belli bir zihniyet çerçevesinde okuma yapmak, doğal olarak okuyanın zihninde okunan şeyin içeriğinden bağımsız bir imge oluşturacaktır. Nesne ile özne arasına giren “Neden?” sorusu, felsefenin başlangıcı olduğu kadar özgür iradenin de bittiği noktadır aynı zamanda.

Dinleyenler bilir, daha önceki podcast'lerimden birinde bu konuyu farklı bir açıdan ele almıştım. “dijital bir kameranın herhangi bir yargısı yoktur, dolayısıyla kadrajında ne varsa görüntüde de o vardır. Ne yazık ki insan arayıştadır, insanın yargıları vardır,” demiştim. Kuantum fiziğinde de vardır bu. Bir deneyin sonucu, o sistemde bir gözlemci olup olmadığı durumlara göre değişiklik gösterebiliyor. Yine Heisenberg’in belirsizlik ilkesine göre bir parçacığın hem momentumunu hem de konumunu aynı anda tespit edemiyoruz. Yani biz her zaman sadece belli bir yerden bakabiliriz olaylara. Anlamlandırmak denen tuzağa düştükçe olgunlaştığımızı, büyüdüğümüzü zannederiz. Küçük bir çocuk kadar iyi göremediğimiz büyük resmi anlamaktan uzaklaştıkça çenemiz düşer; hatta bazen çenemiz biraz fazla düşer, filozof oluruz. Felsefeyi de bunun Için icat etmedik mi zaten? Kendi acizliğimizi, kendi başıboşluğumuzu, kendi pisliğimizi görmezden gelip üstünü çalı çırpıyla örttüğümüz bir saklama kabı değil mi felsefe? Sözde sorun çözme etkinliğI diyerek kendi attığımız yalana inanıp, Içinde debelendikçe daha fazla, hep daha fazla sorun üretmekten başka ne yaptık felsefe adına? Dünyayı yakıp yıkan, doğaya ve tüm canlılara zarar veren tek vampir hayvan türü insan değilmiş gibi.

Şunu kabul edelim öncelikle: insanlık güzel şeyleri hak etmez, güzel insanlar güzel şeyleri hak ederler. Insan bu gezegende herhangi bir değeri olmayan tek hayvan türü. Özümüzle, tözümüzle, hamurumuzla övünmeyi bırakıp başımızı kitaplardan kaldıralım ve dünyaya bakalım lütfen. Bu gezegen için ne ifade ediyoruz, ne katkımız var, bir anlayalım. Felsefe kitaplarındaki insan kavramıyla uzaktan yakından alakamız yok.

Medeniyet denen naylon poşetin içine girince kendisini sütten çıkmış ak kaşık ilan eden insan türü, kendi icat ettiği ve adına “savaş” ismini verdiği iletişim şekliyle sürekli sosyolojik güncellemeler yaptı kendisine. Her savaş sonrası yeni bir kimlik ve yeni özellikler kazandı ama bir yandan da yıllar geçtikçe eskisinden daha kör, daha sağır ve bir o kadar geveze, bir o kadar ukala olmaya başladı. Entelektüeller dediğimiz izole sınıf, yazdığı - çizdiği şeylerle insana kocaman bir dev aynası tuttular. İnsan bu kadar içi boş bir şekilde büyümeye dayanamadı ve sürekli parçalara, sınıflara, takımlara, gruplara bölünüp kendisini ısrarla var etmeye çalıştı. Sanki var olunca ne olacaksa!

Zihniyet böyle çıktı işte ortaya. Delinin biri kuyuya taş attıkça kendi gibi 40 deli onun etrafında toplanıp onu alkışlamaya başladı. Sonra o 40 deliyi görüp gelen başka bir 400 deli derken taşı da kuyuyu da unuttu herkes. Kendisini bir geyikten, bir kargadan, bir köpekten veya bir kurbağadan üstün zannedip bunun gerekçelerini içi boş kavramlarla dolduran, kendisini hava gazıyla şişiren insan, doğadaki gerçek yerini bulamayınca afalladı tabii. O zihniyet senin, bu zihniyet benim sallanıp durdu sarhoş gibi oradan oraya. Kendi zihniyetinde olmayanı kendinden olmayan şeklinde kodlayan bu garip canlı türünün neresinden tutsam elimde kalıyor cidden. Işte o yüzden diyorum; hiçbir fikir ilgimi çekmiyor. Fikirlerin ortaya çıkış hikayeleri olmasa insan gerçekten çekilmez bir canlı. O kocaman havalı fikirlerinin ardındaki ezik çocukluk travmalarına bakıp biraz olsun keyifleniyorum hiç olmazsa. Gerisi hikaye.

Zihniyetin Türkçesi neydi bu arada? Anlayış. Bakın böyle deyince nasıl bir anda ortam yumuşadı değil mi? “bu zihniyetten kurtulmamız lazım!” diyen o tok sesli öfkeli insanı düşünün. Ya da düşünmeyin, gerek yok. Onun yerine neden öfkeli olduğunu düşünün daha iyi. Nedeni çok basit. Insan denen şeye hak ettiğinden çok daha fazla anlam yüklersen, bu sahte imajla gerçeklik arasındaki gerilim farkı öfkeye sebep olur tabii. Bir çeşit akıl tutulması. Bir siyasi görüşü, bir futbol takımını, bir filmi veya bir şarkıyı diğerlerinden daha cazip kılan sadece sizin zihninizdir. Yani sizin tecrübe alanınız, sizin kişisel haz kaynaklarınız, sizin psikolojik sorunlarınız ve duygu durumlarınızla alakalı şeyler bunlar. Sanki salt aklın bir yansımasıymış gibi kendi taraf olduğu şeyleri sağa sola püskürten kör, sağır ve fakat geveze fanatikler Için yapılacak bir şey yok. Zira insan, emin olmadığı şeyi yüksek sesle bağırır çoğunlukla. Çünkü onaylanma açlığı midesini guruldatır; bunu bastırmak Için de sürekli bağırır.

Zihniyetin aşağı yukarı nasıl oluştuğu hakkında bir şeyler söylemiştim daha önce. Ödül-ceza mekanizmamızın inşaat halinde olduğu çocukluk yıllarımız çok önemli. Oyun oynarken kafasını masaya çarpıp canı yanan çocuk ağlamaya başladığında ebeveynin tepkisi, onun gelecekteki siyasi görüşünü bile etkiliyor. Ağlamasın diye babası ona şeker, çikolata, dondurma verdiğinde bu çocuk ağladığında ödül kazandığını kafasında güzelce kodluyor. Yıllar sonra onu meydanlarda slogan atarken görüyorsunuz. Sorunları çözmek için ağlamak gerekiyor onun için. Sadece şikayet ederek ve doğa yasalarını görmezden gelerek. Aynı durumda ağlayan başka bir çocuk düşünelim. Ağlamasın diye annesi ona fiziksel şiddet uyguladığında, onu azarladığında ise bu çocuk ağladığında cezalandırıldığını kodluyor kafasında. Yıllar sonra sorunları çözmek için sert, kavgacı, gerekirse şiddet uygulayan, her kavgaya gözü kapalı dalıp kendinden olmayanı dışlayan saldırgan biri haline geliyor.

Oysa bu çocuklara oyun oynarken kafasını masaya çarpmasının ilk sorumlusunun kendisi olduğunu, bundan ders çıkarması gerektiğini “sadece soru sorarak” ve kendi kendine anlamasını sağlayarak anlatsalardı, bu insanlar sorunları mantık yoluyla, bilimle, sanatla ve çok çalışarak, çok emek vererek çözmeyi akıl edebilirlerdi. İşte zihniyet bu kadar basit bir olgu. Bu kadar basit yollarla oluşup bu kadar hızlı şekil alıyor. O yüzden nerede bir zihniyet eleştirisi görseniz, orada özgün bir Içerik ortaya çıkmayacağını da kolayca anlayabilirsiniz. Orada hep aynı şeyleri tekrarlayan papağanlar ve hep aynı yerde zıplayıp duran kangurular vardır.

Peki bu zihniyet kirliliğinden nasıl korunuruz? En başta mümkün olduğunca bu ortamlara dahil olmayarak. Dahil olduysanız da yemenize içmenize bakın, etrafı seyredin, yeni şeyler keşfetmeye çalışın. “senin görüşün, benim görüşüm” kavgasından kimseye ekmek çıkmaz çünkü, kendinizi konuya verip zaman öldürmeyin boşuna. Sosyal medyada da önlemler alabilirsiniz. Mesela çoğu mecrada bu anlamda sessize almak gibi süper bir özellik var. Takip ettiğiniz kişilerin beğendiğI veya repost ettiğI söylemlerde zihniyet eleştirisi mi gördünüz? Iki dokunuşla o kişiyi sessize alabiliyorsunuz. Böylece zamanla tertemiz, ışıl ışıl bir timeline sahibi oluyorsunuz. Harika değil mi?

Mesela geçenlerde sosyal medyadaki it kopuk tayfasından biri psikiyatriye bok atmaya çalışmış. Evet doğru okudunuz, psikiyatri. İnsanların anasına babasına bakarak kişilik analizi yapılmasını küçümsemiş. Kendi küçük aklıyla psikanalizi eleştiriyor. Hayatı boyunca Freud’un çalışmalarından birini bile oturup kafa yorarak okumamış bu geri zekalı tipler takipçi kazandıkça kendisini bir bok zannetmeye başlıyor. Hadi bir filozofu eleştirsen neyse, onu anlarım. Ama Freud sadece bir filozof değil, bir bilim insanı. “Uygarlığın Huzursuzluğu’nu bir kere okudun mu?” diye sorsam muhtemelen “peki sen Freud’u eleştirmek için yazılan şu kitabı okudun mu?” diyerek soruya soruyla karşılık verecek. Artık bu tiplerin böceksi tepkilerini önceden tahmin etmekte zorlanmıyorum. Freud’u anlamak için Freud’u eleştiren bir yazarın kitaplarını okumak… Bakın sadece bu yönelimle bile zihniyetin ne kadar salakça bir manipülatör olduğunu algılayabilirsiniz.

Lütfen şunu anlayın: Dünya görüşünüz kimsenin umurunda değil. Zira halihazırda var olan şeylerden herkes çok çabuk sıkılıyor zaten. Huzurlu bir yaşam için size tavsiyem şu: var olan şeylere gönül bağlamayın, var olanları sentezleyin. Bilimsel anlamıyla sentezden bahsediyorum. Yani farklı maddeleri belli bir miktar enerji sayesinde birleştirip yeni bir madde ortaya koymak. O enerji, kendi Iç enerjiniz. Farklı hayatları, farklı fikirleri, farklı ilgi alanlarını merak edin; hatta onlarla ara sıra bütünleşin, o olmayı deneyin. Empati gibi romantik bir kavramdan bahsetmiyorum; daha samimi, daha sevecen bir anlayış kurgulayabilirsiniz. Empatide “ben başkayım ama seni anlamak adına senin gibi düşünmeyi deneyeceğim,” gibi bir ikiyüzlülük vardır. O farklılık, o ayrışma hep göz önündedir. Dolayısıyla empatide de bir yavşaklık var aslında. Lütfedip onun gibi düşünmeyi değil, o olmayı denemek. Zaten o olamayacaksın, illa ki o yolda giderken başka bir şeye dönüşeceksin ama sen olacaksın Işte o. Bütün zihniyetlerden arınıp zihniyetsiz bir zihinle bak hayata. İnsan gerçekleşmiş bir nokta, erişilmiş bir zirve değildir. Yeryüzünde gelmiş geçmiş istisnasız her insan gibi sen de gerçekleşmeden ölüp toprak olacaksın. İnsan sürekli bir var olma serüveni. Ama işte, hani bir söz vardır:

“Ağaca çıkmak istiyorsan, yıldızları hedefle.”